Taksim Gezi Parkı
Hiçbir zaman
aşırı politik bir insan olmadım. Bugüne kadar herhangi bir eyleme katılmadım,
siyasi bir partiye üye olmadım. Ülkemizde özellikle son zamanlarda
dayanılmayacak boyuta gelen hükümet yaptırımları karşısında tepkim, haberleri
dinlerken söylenmekten, tweet’leri okurken küfretmekten öte geçmedi. Ta ki Taksim Gezi Park’ı
hayatımıza girene kadar.
İlk duyduğumda “yok
artık bir el uzatmadıkları, satmadıkları orası kalmıştı” dediğim Gezi Parkı’nın
kışla- rezidans yapım meselesi polis devletimizin tutumu ile milli bir mücadele
haline geldi. Herkesin dilinde bir “mesele 3-5 ağaç değil” sözü var. Mesele
tabi ki 3-5 ağaç değil, mesele bugüne kadar adım adım, gıdım gıdım insanlara
yapılanların artık herkeste bir taşma noktası yaratması ve isyan ederek genç
yaşlı çoluk çocuk gecenin bir yarısı sokaklara dökülüp tepki verme “yeter artık”
deme ihtiyacı.. George Orwell’ın 1984 adlı romanında olduğu gibi sürekli bizi
izleyen, kısıtlayan, neredeyse tarihi değiştirecek olan hükümete, 90 sene
önceki milli mücadelemizde önderlerimize “ayyaş” diyen zihniyete “bir durun
artık” diye isyan etme ihtiyacı…
Olaylar
karşısında yaşanan şey kadar nasıl ele alındığı da çok önemlidir. Hükümet
parkını korumak isteyen insanlara ilk andan itibaren anarşist muamelesi
yapmasaydı, masum halkı son ana kadar “marjinal grup” şeklinde itham etmeseydi
eylemler devam edip kendiğinden sona erecekti. Daha mı iyi olacaktı? Hayır!
Bugün ben dahil, herkesin Türk Milleti’nin isteyince nasıl birlik olabileceğini
görmeye ihtiyacı vardı.
Okul kitaplarından zihnimizde canlandırmaya
çalıştığımız Kurtuluş Savaşı’nda birlik olan, yoktan bir millet var eden tüm
dünyada hayranlık uyandırmış Türk Halkı’nın, bugün kendisine yapılan her şeyde susması,
tepkisizliği, koyun addedilerek güdülmeye çalışılmasına bir dur demek vakti
gelmişti. Bu bir uyanış olarak başladı, her ne kadar hala “böyle isyanlar
Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa olmamıştır” denilse de, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde ilk kez birçok şehirde aynı anda insanlar ayaklandı, isyan etti
parkına değil sadece yaşama hakkına sahip çıktı. Çıktı da ne oldu diyen
muhalefeti duyar gibiyim :)
Bir halkın
kendisine inancının olması, bir şeyi yaşamı uğruna mücadele ederek kazanması
kadar değerli bir şey yoktur. Bugün Avrupa’da insanların sahip olduğu haklara
baktığımızda, zamanında hepsini halkın uğruna kanını dökerek elde ettiğini bu
yüzden de o hakların son derece değerli, vazgeçilemez, devredilemez olduğunu
görüyoruz. Bizde özgürlük mücadelemizden sonra başta Kadın Hakları olmak üzere
birçok hak Atatürk tarafından yukarıdan verildi. Belki de bu yüzden bugün bir
bir elimizden alınırken bu kadar sessiz kaldık, ama bugün günlerdir
kornalar susmuyorsa eğer, tencere tava sesleri göklere çıkıyorsa, sağcısı solcusu Fenerlisi Beşiktaşlı'sı omuz omuza katılıyorsa eylemlere, her yaştan onbinlerce insan
sabaha kadar sokaklarda bayrak sallıyor, slogan atıyor, İstiklal Marşı'nı okuyorsa o zaman bu halkın “elleri
ile elde etmekte olduğu” bir şey vardır. Bu da 29 senelik ömrümde bugüne kadar
görmediğim, içinde yer alırken iliklerime kadar ürperdiğim, bu halkın parçası
olduğum için gurur duyduğum bir eylemdir!
Daha düne kadar
içki yasağının getirilmesi, 4+4+4 eğitim sisteminin uygulanması, halkı parçalara bölme eylemleri, 19 Mayıs'ın kutlanmaması (Reyhanlı bahane edilerek), Reyhanlı karşısındaki
tepkisizlik ve buna benzer birçok olayın gölgesinde alacakaranlık bir geleceğe
bakar hissediyordum kendimi. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin satır satır
gerçekleşmesinin hüznü, halkın tepkisizliğinin üzüntüsü ve “Nasıl bir geleceğe
gidiyor bu ülke?” sorusunun cevaplanamaz oluşunun mutsuzluğu vardı içimde.
Bugün o alacakaranlık tamamen dağılmadı belki, hüzün, üzüntü, mutsuzluk yine
var ama aynı zamanda “umut” da var artık yüreğimizde. O alacakaranlıkta şafağın
sökebileceğinin, bir gecede olmasa da şartların zamanla değişebilecek
olmasının, bir halkın “uyanışının” umudu var…