Aşk Yeniden...
Woody Allen’ın Paris’te Gece yarısı filmi geçmişe duyulan özlemi, her dönemde o dönemi yaşayan insanların bir yanılsaması olarak anlatıyordu. Karşılıklı duran iki aynanın birbiri içinde sonsuz görüntü oluşturması gibi, geçmişin bugüne düşen aksinin içimde sonu olmayan hayaller yaratışına sarkastik bir şekilde son vermişti film. Gel zaman, git zaman günümüzün getirisi olayların girdabında zamansız ölmüş bir sevgili hayaleti gibi dikildi karşıma bu his. Eskiden her şeyin daha saf ve daha gerçek olduğuna karşı, karşı konulamaz bir duygu histerisi içerisinde sarhoşluğa yakın bir hale düştüm. Bir yanılsama olduğunu bilse de insan, bazen o zamanlara açılan bir pencere, anlık gerçekliğin tatsızlığında çok güvenli ve huzurlu bir kaçış gibi gelebiliyor. Yalan dolan o zaman yok muymuş? Varmış elbet. Ama teknoloji ile gelişen yalan söyleme yetenekleri bu kadar uç noktalarda değilmiş. Sevgilinin gönlünden geçen sözlerin yazılı olduğu mektuplar gibi aşklar da sanal, aşklar da yalan değilmiş. Şimdi mürekkebin izini kağıtta görmeden inanmamak gerek sevgi sözcüklerine. Siyah beyaz filmlerde ağlamaklı bir genç kadın gibi eli kalbinde kalakalınca insan, uçurtmanın ipine bağladığı umutları,inancı da keskin bir bıçak darbesi ile gökyüzüne savruluveriyor.
Eskiden aşk
uğruna “maşuk” olurmuş insanlar. Dünyadaki diğer yarısını bulma arayışında saf
bir onur varmış. Bulamasa da “henüz gelmediği için” sevilen der, avuturmuş
kendisini insanlar. Şimdi sözde diğer yarısını arayan kişilerin hoyratça harcadığı
seviler kırık oyuncaklar gibi dağılmış etrafta. Amaç sevmek sevilmek değil,
giriş – gelişme - sonuç şeklinde yaşanan tablet ilişkileri tüketirken bir
yandan da ceplerini yenileriyle doldurma yarışı olmuş. Eskiden ayrılıkların
bile buruk bir tadı varmış. Kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında
yelkensiz kalırmış insan aşk acısından. Şimdi tablet ilişkinin damağında
bıraktığı tat kadar ayrılık acıları. Bir iki yutkununca, bir balığın hafızası
kadar izi kalıyor belleklerde.
Etrafıma bakıyorum, “aşk”ı arayan insanlar dolu. Gerçekten arayan, aramaktan yorgun düşüp küsen, artık bulunmak istemeyenler var. Karanlıkta, kör, el yordamı ile elleri boş kalmasın diye tutunduklarını “aşk” sananlar da. “Aşk”ı arama olgusunu kendisine kimlik edinip bir maske gibi üstüne geçiren, sonra o yalanı gerçeklik olarak yaşayanlar da.
Etrafıma bakıyorum, “aşk”ı arayan insanlar dolu. Gerçekten arayan, aramaktan yorgun düşüp küsen, artık bulunmak istemeyenler var. Karanlıkta, kör, el yordamı ile elleri boş kalmasın diye tutunduklarını “aşk” sananlar da. “Aşk”ı arama olgusunu kendisine kimlik edinip bir maske gibi üstüne geçiren, sonra o yalanı gerçeklik olarak yaşayanlar da.
Gerçekten “aşk”ı arayanlar, sözüm
en çok da size. Yıllanmış bir meydan muharebesindeki askerler gibi yitik de
olsanız, vazgeçmeyin o sevinin hayalinden. Murathan Mungan’ın ünlü öyküsündeki
gibi, kendi masalının prensesi iken, geçen yıllarda hikayenin cadısı olmaktan
da korkmayın. Zira tahta atı ile kapınızın önünde seyirten, dokunmak için
uzandığınızda boyaları elinizde kalan prenslerin sahte sıcağındansa,
uzandığınız cam tabutun soğuğu buz tutmuş kalbinizi daha çok ısıtacaktır.
Eskiler nasıl ayrılık demeden, seneler süren savaşlar demeden saf bir inançla sevdiklerini beklemişse, siz de yorgun umutlarınızın yelkenlerini indirip
hayallerinizi esecek olan rüzgara teslim ederek bekleyin. Belki de şairin umudu kestiği
çınarlı, kubbeli, mavi liman yamacında sevgili ile çok da uzağınızda
değildir…