Gezip gördüğümüz
yerleri aradan zaman geçince en çok neleri ile hatırladığımı düşündüm. Bir
şehrin sizi içine alması, orada yaşayanlar kadar havasını duyumsayıp,
sokaklarını arşınlamak için her zaman en az 3 gün geçirmek gerektiğine
inanırım. Bu sebepten 4 günde birbirine yakın 3 şehir gezebilecekken, her şehri
3’er günde gezip her detayını zihnime kazıyana kadar sindiririm. Bu detaylar
nefes kesici manzaralar, mimari eserler ya da doğal güzellikler kadar o şehrin
kültürünü oluşturan, nefes alan yerleri, yüz yıldan uzun süredir yaşayan,
gidenlere de tarihi yaşatan mekanları da olabilir. Budapeşte’yi gezerken 1858
yılından beri hizmet veren Gerbeaud ve 1894’den beri Macar edebiyatı ve şiirinin
merkezi olan, “dünyanın en güzel kafesi” olarak addedilen Cafe New York için bu
şekilde hissettim. Müthiş tatları, bu kafelerin tarihi yaşanmışlığı, muhteşem
dekoru ile birleşince unutulmaz bir hatıra olarak zihninizde yerini alıyor.
Önce Cafe Gerbeaud
ile başlayalım. Yüksek tavanlı, ağır, desenli, püsküllü perdelerini dışarıdan
görünce içeri adım atmak istiyorsunuz.
Cafe New York’a göre daha mütevazi ancak
yaşanmışlık olarak daha bile fazlasını sunan bu mekan son derece sade ama bir o
kadar da zarif bir şekilde karşılıyor sizi.
Ahşap ve mermerin yalın uyumu
duvarlardaki aynalı dekor ile hoş bir şekilde ışıldıyor. Birbirinden özenli
tatlarını incelerken, sunumun güzelliğinden de etkileniyorsunuz. Lavantalı
çikolatası, rengarank makaronları, çikolata parçalı kurabiyeleri tatmadan
izlemek için bile mükemmel görünüyor.
Gece sokaktan geçenleri de izlemek için
dışarıya oturuyoruz. Söylediğimiz tatlılar arasından en çok krokanlı geleneksel
Macar tatlısını seviyoruz.
Latte’si son derece lezzetli, süt kısmının tadı
yumuşacık kahvesi de güçlü damağınızda çok hoş bir tat bırakan bir aromaya
sahip. Cafe Gerbeaud 7. Bölgede yer alıyor, insanların aktığı bir meydana bakıp
durmayan hayatın renklerini izliyorsunuz.
New York Cafe,
Budapeşte’yi ziyaret edenler için uğramadan dönülmemesi gereken bir yer.
İhtişamlı barok dekoru, fildişi sütunlar, varaklı işlemeleri incelerken
kendinizi bir sarayda 5 çayına davet edilmiş hissediyorsunuz.
Hizmet mükemmel,
ortam ise rüya gibi. Ahşap, bronz karışımı antika mobilyalar içeri girer girmez
size, sizden önce kaç yüz bin kişinin buraya geldiğini, hangi hisler içerisinde
burada oturup kahvelerini yudumladığını düşündürüyor.
1900’lerin başında
kabarık etekli bir kadın dantel eldivenlerini kirletmeden özenle krokanlı tatlısını
yerken, 1950’lerden ipek kurdelalı puantiye elbisesi ile küçük bir kız
limonatasını yudumluyor, yan masada 1970’lerde hipi bir kadın saçında çiçekle likörlü
kahvesini içiyor. Uzun bir zincirin halkası gibi, deri taytım zebra desenli
kazağım dolgu topuk botlarım ile ben de o masalardan birisine ilişiyorum.
Merak
ettiğimiz tüm tatları söylüyoruz, en çok armutlu beyaz krema kaplı Macar tatlısını seviyoruz.
Kahvelerimiz de son derece lezzetli, geleneksel bir tadı büyük bir mutlulukla
içiyor, Budapeşte denilince hatırımıza gelecek bu iki yeri belleğimize kazıyoruz...
Budapeşte benim en en en çoks evdiğim yerlerin basında gelir..o kadar güzel anlatmıssın ki hiç gitmemişim gibi okudum..güzel satırlarını çok seviyorum..:)
YanıtlaSilBen de senin içten, okudukça mutlu eden, daha da sık yazma isteği uyandıran yorumlarını çok seviyorum Gizem'cim :) çok çok teşekkür ediyorum...
SilNe güzel anlatmışsın ve onlar ne güzel makaronlar, tatlılar... Sanırım Gizli Teras'ı ve burdaki yazılarını Betwin Us'tan daha çok seviyorum ve heyecanla Gizli Terasta da Barselona ile ilgili post bekliyorum :) Lütfen daha sık yaz burayı ihmal etme ;)
YanıtlaSilSevgiler Pınar
Çok haklısın, aslında BeTwin us yüzünden burayı çok ihmal ediyorum ve bu yüzden sık sık kendime kızıyorum. Çok çok teşekkür ediyorum, biraz gecikmeli de olsa gelecek Barselona yazıları:) söz daha sık yazacağım 2014'te! :)
Silmuhteşem bir yermiş.
YanıtlaSilBiz de çok sevdik, olmazsa olmazıydı Budapeşte gezimizin. Çok teşekkür ediyorum :)
Silsevgili GİZ,
YanıtlaSilöyle katılıyorum ki "az ama öz gezme" felsefene, yani "ne kadar çok şehir görürsek kar" mantığını doğru bulmuyorum ben de. önemli olan değip geçmek değil zira; yaşamak tanımak ve anlamak...
tatlılar harika görünüyor! biz de -aslında bir avusturya tatlısı olan- honigkuchen yemiştik bolca, hala unutamıyorum!!!
Birçok insan öyle düşünmüyor ve kaçar gibi geziyor şehirleri, buna da saygı duyuyorum tabi ki ama ben dönüp bakınca hatırlayabileceğim bir yaşanmışlık arıyorum o şehirlerde.. Ne güzel anlamışsın beni :) çok ama çok teşekkür ediyorum... Biz honigkuchen'i hiç görmedik üzüldüm şimdi tadamadığıma ama umarım Viyana gezimizde yerim bu güzel tatlıyı Ezgi'cim :)
SilGizem`cim iki hafta önce arkadaşımla birlikte Budapeşte`deydim ve gezerken tesadüfen New York Cafe`ye denk geldik. Dışarıdaki, lamba tutan şeytan figürleri ilk etkilendiğim şey oldu. Onları incelerken tüylerim diken diken oldu. İçeriye adım atar atmaz ise kendimi eski zamanların birinde, bir baloya gelmiş gibi hissettim. Boğazımın ağrıyor olmasına ve ateşimin yeni düşmüş olmasına bakmadan "tüh keşke bu Snoopy`li kazağım ve kalın botlarım yerine, şık ve zarif bir şeyler giyseydim" dedim sırf ortama daha fazla uyum sağlayabilmek için. Hastalığımı unutturdu yani :) gerçekten büyüleyici bir yerdi. Oraya gelip de şaheser yaratanları bütün kalbimle anladım, çünkü oradayken benim bile bir kitap yazasım, bir senfoni besteleyesim geldi :)))
YanıtlaSilRubi'cim, insanı kesinlikle büyüleyen ve ilham veren bir yer, yaşadığı zamanı ve içinde bulunduğu durumu unutturuyor! Eminim kazağın ve kalın botlarınla da çok güzelsindir :) tesadüfen denk gelip de New York Cafe'yi yaşamış olmanıza çok sevindim :) öpüyorum kocaman...
Sil