İşte Böyle



Yaa işte böyle...
Hayat kaldığı yerden her zaman devam ediyor. Kimi zaman boşluklara düşüyoruz, kanayan diz kapaklarımız oluyor ya da avuçlarımız. Açık yara üşüyor, üşüyor da üşüyor, sonra bekliyoruz ki kabuk tutup düşsün, izi kalmasın bir de. Düştüğümüz boşluklardan çıktığımızda Gregor Samsa kadar yabancı oluyoruz etrafımıza, bakıyoruz ki kapı aynı kapı duvar aynı duvar. Oysa artık bizim için değil. Her şey yerli yerinde aynı da olsa, anlam kaymasına uğruyorlar apansız, nedensiz. Kim bilir, belki de başkalarına anlamsızca yüklediğimiz anlamları hayattan çalıyoruz böylelikle. Ne kadar bağlanırsak, ne kadar derinleştirirsek karşımızdakini o kadar sığlaşıyor hayat. Yabancılaşma kaçınılmaz oluyor. Anlamıyorlar diyoruz, bilmiyorlar. Anlatamıyor muyuz yoksa onlara sevdayı? Şairin dediği gibi belki de, ‘’Bir seviyi anlamak için bir ömür harcamak gerekir. Harcayacaksın.’’ Bir ömür harcamadan anlaşılmayan sevdayı önce kendimiz anlamıyoruz belki de. Çaresizliğimiz bundan olsa gerek. Kendimizin bile anlamadığı, ne yapacağını bilmediği bi durumda, sel ortasında kalmış kedi yavrusu gibi uman gözlerle bakıyoruz insanlara. O gözlerdeki yalvarış aslında çok sade, yalın. Bir yanı sürüklenmek isterken sevdanın selinde, diğer yanı ‘normal’ hayata dönmek istiyor kediciğin. Kararsız. İnsanlardan umuyor, umuyoruz. Gözlerimizi alamadığımız aşkı, göze alamıyoruz çoğu zaman bu sebepten. Acı çekmekten korkmak daha da içimize kapıyor bizi. Canı yanmış, acımış kedicik sokulamıyor insanlara bir daha sev beni diye, uzanan bir elin ne getireceğini bilemediğinden kendini o sıcak elin kollarına bırakacağına, irkilip kaçıyor, uzaklaşıyor. Sevmeni de istemem, canım acımasın yeterlere bırakıyoruz hayatı, sonra bir bakmışız ki kalın bir kabuk sırtımızda, sevseler de duymuyor vursalar da acımıyoruz. Maskeler takıyoruz, göstermekten korkarak insanlara içimizdekileri. Her gece çıkarıp maskelerimizi giriyoruz yataklarımıza. Bu sebepten mevsimsiz yağmurlar ıslatıyor yastıklarımızı, geceler uykusuz uzuyor, neyi aradığını bilmemenin arayışı buruyor yüreğimizi. Uyuyoruz, uyutuyoruz. En güzel ninnileri kendimize söyleyerek uyutuyoruz içimizdeki sevgiye aç insanı. Sabahlarıysa açıp göğüs kafesimizi usulca çıkarıyoruz kalbimizi, özenle asıp kaldırıyoruz dolabın kuytu karanlık bir köşesine. Orada güvende ya, biliyor bununla yetiniyoruz. Kendimize karşı kurduğumuz bu sevgisizlik oyununa böylelikle herkesi dahil ediyoruz. Sevgisizliğin soğuk katılığı siniyor üzerimize, bakışlarımız kuru, dokunuşlarımız hissiz oluveriyor. Sevgiyi bulmaya çalışanlara da, bulanlara da hoşgörüsüzlüğümüz bundan kaynaklanıyor. Bizim yapmaya cesaret edemediğimiz onlar yapıyor, buluyor diye hınçlanıyoruz, hırçınlaşıyoruz onlara, yaşatmamaya and içmişçesine bir oluyoruz. Bir de bakıyoruz ki bütün şehir buza kesmiş, sevgisizlik öylesine, hoşgörüsüzlük böylesine kanımıza işlemiş. Yaralı kediler şehrinde sele kapılıp gidenin arkasından oh çekiyoruz. Ders almamız gerekirken, ders veriyoruz bundan diğerlerine. Ne olduğunu bilmeden, anlamaya çalışmadan yaşayıp gidiyoruz. İşte böyle...

                                                                                                      Giz 2005

CONVERSATION

0 comments:

Yorum Gönder