Gece Düşü





Hızla ilerleyen trenin sesi kulaklarımda uğulduyordu. Yolculuğun başından beri uyuyamamıştım. Kompartımanda genç bir çocukla yalnız kalmıştık. O, benim de uykumu çalmışçasına saatlerdir kıpırdamadan uyuyordu. Oturduğum koltuk bir beşik gibi sallandıkça göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Benden önce kim bilir kaç kişinin dayandığı camdaki puslu izlere aldırmadan, başımı koltuğun eprimiş yastığına yaslayıp dışarıyı izlemeye başladım. Arada bir içinden geçtiğimiz köylerin ışıkları dışında her yer karanlıktı. Ansızın bir üşüme geldi üzerime. Derisi yırtık, kahverengi koltuğun üzerinde düşecek gibi duran, yenleri yamalı ceketime uzandım. Açmakta iyice güçlük çektiğim gözlerim yarı kapalı, el yordamıyla bacaklarıma örttüm. Uyumak değildi amacım, üşümem geçsin istiyordum. Trenin, ağır gövdesiyle paslı raylar üzerinde sarsıla sarsıla giderken çıkardığı ses kulağıma ninni gibi geliyordu. Uykuyla uyanıklık arasındaki saydam boşlukta bilincim tetikte, duyularım keskinleşmişti. Uyuyan yol arkadaşımın düzensiz nefesi trenin sesinde kayboluyordu.
                Dışarıya kulak kabarttım. Kır bıyıklı, hantal biletçinin yorgun ayak seslerini koridorda duyuyordum. Kompartımanların kapısını sırayla açıp biletlerine bakmadığı kimse kalmış mı diye soruyordu. Sıra bize gelince, içerdeki iki kişiyi de uyuyor gördüğünden olacak kapıyı açmadı. Ayak seslerinin uzaklaşmasından geri döndüğünü anladım. Demir kokan ellerini arkasında, belinin üstünde kavuşturmuş, ağır postallarını sürükleyerek yürüyordu. Sarkık dudaklarının arasından ince bir ıslık tutturmuştu. Memleketinden bir türküydü belki de. Derin bir of çekip yeşil üniformasının kollarını düzeltti, sıyırıp bileğinden saate baktı. ‘Az kaldı’ diye mırıldandı. İneceğim son durağa doğru hızla yol alan eski tren onu da evine, çocuklarına  götürüyordu.
                Bizim kompartıman en sonda, tuvaletin bitişiğiydi.  Koridorda rengi solmuş, tozlu, yeşil bir halı uzanıyordu. Öteden sarı saçlı genç bir kadın buklelerini savurarak çalımla yürüyordu. Beyaz puantiyeli kırmızı elbisesinin arkasında kalan, neredeyse görünmeyen üç yaşlarında küçük bir kız, gözleri annesinin elbisesiyle bir renk rugan ayakkabılarında, adımlarını onunkilere uydurmaya çalışıyordu. Biletçinin yanından telaşla geçerken ‘Tuvalet şurada değil mi?’ diye, bildiği bir şeyi teyit ettirmek ister gibi sordu. Konuşurken teninden yayılan yasemin kokusuna nefesinin tatlı sıcağı da eklenince iyiden iyiye sersemleyen biletçi düşünmesi gereken zor bir soru sorulmuş gibi duraksayıp; ‘Ha, tuvalet? Evet şurda hanfendi’ diyebildi.  Adamın şaşkınlığına küçümser bir edayla bakan genç kadın mavi gözlerini tuvaletin kapısına çevirip koşar adımlarla yürürken, kaşları çatık kızını bir bavul gibi ardından sürüklüyordu. Çocukcağız kıvranarak, kiraz dudaklarını büzüp ağlamaklı bir sesle ‘Çok sıkıştım anne, tutamıyorum.’ diye sızlanırken, kadın mendiliyle tuttuğu kapıyı açıp ‘Canım sen de geldik işte, dayanıver biraz daha’ deyip ellerini eteğinin önüne bastırmış küçük kızı alelacele içeri soktu.
                Kapının açılmasıyla ağır bir sidik kokusu doldu kompartımanımıza. Burun deliklerimi tiksintiyle oynattım. Bedenimi pencere tarafına çevirip başımı yastıktan cama kaydırdım. Henüz yerleşmiştim ki ince bir feryat geldi tuvaletten. Küçük kız alaturka tuvalette aceleyle ayaklarına işemişti. Aynada dudağının boyasını düzelten annesi, bir köşeye sinmiş ona bakan korku dolu gözleri görünce olan biteni anlamış, bir yandan ‘Seni Allah’ın cezası...’ diye söylenirken bir yandan da zavallı çocuğun kaba etlerine vurmaya başlamıştı. Duvarlarının boyası soyulmuş basık tuvaletin, lekeli, çatlak lavabosu genç kadının üstü başı kirlenmeden, çocuğun çişli ayaklarını yıkayamayacağı kadar dardı. Bir hışım kapıyı açıp eski halıya adımını atarken küçük kızı hala tartaklıyor, kimseyi umursamadan bağırıyordu. Koridorun sonuna gelmiş biletçi merakla dönüp olan biteni anlamaya çalışıyor, gözlerini kısıp bir kadına bir ağlayan çocuğa bakıyordu.
                Çok geçmeden diğer kompartımanlardan da insanlar kapılarının camından bakmaya başladılar. Kimi merakla susmuş izliyor, kimi de genç kadını ayıplıyordu. ‘Şuna bak gören de adam sanır nasıl da dövüyor şuncağızı...’ dedi uykusundan yeni uyandığı belli şişman, orta yaşlı bir kadın oturduğu yere dönerken. Aniden uyanıp fırladığı için kalbi hala hızla çarpıyordu. Torbalı gözlerinin içi kanlanmıştı. Kanca burnunu elinin tersine silip ‘Az su versene bana’ dedi, karşısında oturmuş, kızı olduğu yüzünden anlaşılan, kara kuru genç kıza.  Kız anında fırladı yerinden, ‘Otur anneciğim, hemen veriyorum suyunu’ dedi çabuk çabuk. Yanında oturan mahcup delikanlı başını önüne eğmiş, cebinden çıkardığı anahtarlıkla oynuyordu. Hiçbir şeyin farkında değilmiş de zaman geçsin diye oyalanmak ister gibiydi. Yaşlı kadına itinayla suyunu içirdikten sonra, ‘Sen uyu, vardığımızda uyandırırım ben seni merak etme’ dedi yapma bir sevecenlikle. Kızının tavırlarındaki bu aşırılık kurnaz bir şüphe uyandırdı kadının içinde. Doğudan geldiği belli olan genci şöyle bir süzüp tarttı kafasında. Kızı için bir tehlike oluşturmadığına karar verince de kapadı gözlerini. Kapamasıyla da sığ ve kısa nefesler alıp vererek uykuya daldı hemen. Oturduğu yerden tüm dikkatiyle annesini izleyen sevgi dolu kız, uyuduğuna emin olur olmaz yan gözle oğlana bakıp davetkar göz kırptı. Arsız arsız gülümsedi esmer irisi, alık suratlı oğlan. Yaşlı kadını uyandırmamaya çalışarak tetikte, kendi aralarında fısıldaşarak konuşmaya başladılar. Koridordaki gürültü öncesine dönmekten memnun, birbirlerine sokulmuş gülüşüyorlardı.
                Sigara içmek için gizli gizli koridora çıkmış iyi giyimli seyrek saçlı bir adam göz ucuyla bakıyordu onlara. Ah o gençlik günleri der gibiydi bakışları, dumanı içine çekerken. Dışarısı zifiri karanlıktı. Sigara tutan eli camdan sarkıyordu.  Anlık  bir özlemi, civarda beliren lambaların ışığı kesti sanki. Camdan tarafa döndü yüzünü. Son bir nefes daha çekip izmariti dışarı attı, cebinden çıkardığı ufak şişeden parfüm sıktı ellerine. Birinci mevkiideydi oturduğu kompartıman. İçeri girerken, soru dolu gözlerle ona bakan kendinden yaşça epey küçük bir kadına ‘Sıra vardı lavaboda ondan geç kaldım’ dedi. Genç kadın bilirim o geç kalmaları der gibi, kaşını kaldırarak soğuk soğuk baktı adamın yüzüne. Açık kumral, uzun saçlarını salmış, güzel yüzünde hüzünlü gözleri ışıl ışıl parlıyordu. ‘Çok sıkıldım, biraz hava alacağım’ deyip kürkünü giymeye koyuldu. Adam kabahatli bir çocuk gibi, sessiz bakıyordu kadına. Çantasını koltuğunun altına kıstırıp ayağa kalktı. Hareket ettikçe kolundaki ağır bilezikler şangırdıyordu. Boştaki eliyle kapıyı itip adamın yüzüne bakmadan dışarı çıktı. Yürürken tok topuk sesleri duyuluyordu koridorda. Birkaç adım atıp durdu. Yakınındaki pencerenin mandalını kaydırıp açtı. Soğuk hava doldu ciğerlerine. Rüzgarda uçuşan saçları kamçı gibi yüzüne vuruyordu. Gözlerini kapayıp derin derin nefes aldı. Tek bir damla indi yanağına. Yaprakların hışırtısına yağmurun sesi karıştı. Toprak kokusu geldi burnuna, ıslanan rayların demir kokusu geldi.
                Bir adım gerileyip etrafına bakındı. Koridor bomboştu. Bir tek tavana vuran yağmurun sesi duyuluyordu vagonda. Uzaktan makinistin kapısı açılıp kapandı. Elinde ıslak bir bez, kel kafalı kısa adam sinirli hareketlerle söyleniyordu. Mavi gömleğinin eteği boydan boya lekelenmişti. ‘Hay Allah!’ dedi kendi kendine ‘ Varır ayak  çay içersen işte böyle olur’. Dışarıdan sızan ışığın loşluğunda,  kurumasın diye lekeyi aceleyle, beceriksizce silmeye çalıştı. Baktı çıkacak gibi değil ‘Neyse’ dedi, ‘ Nurten yıkar eve gidince’.  Islak gömleğinin eteklerini pantolonuna sokup odaya geri döndü. Daha genç olan diğer makinist ‘N’oldu abi?’ dedi ‘Geçti mi bari?’.  Yüzünde sıkkın bir ifade, kafasını sallayıp ‘Yok be…’ dedi yaşlıca olan kestirip atarak. ‘Sıkma canını, yıkanınca geçer’ dedi beriki de. Ön camda biriken yağmur damlalarının arasından görülen kasabanın ışıkları, uzaktan elmas gibi parlıyordu. ‘Yaklaştık iyice’ dedi genç adam üniformasının yakalarını kaldırırken. Gece ilerledikçe sinsi bir soğuk dolmuştu trene. Baş makinist birkaç dakikalık sessizliğin ardından ‘Buza çekmese bari sabaha...’ dedi kendi kendine. Islak gömleğine değen soğukta iyice üşüdüğünden oturduğu yerde bacaklarını sallıyordu. İstasyon şefi elinde ‘Dur’ tabelası, uzaktan işaret ediyordu. Genç makinist sağ elinin olanca kuvvetiyle fren kolunu çekti. Ağır trenin kara gövdesi ani bir sarsıntıyla hız kesti, tekerlerin sürtündüğü raylarda keskin bir çığlık duyuldu ve tren yavaşlayarak durdu.
                Oturduğum yerde sıçrayarak gözlerimi açtım. Yol arkadaşım uzandığı koltukta doğrulmuş uykulu bana bakıyordu. Elini ensesine koyup sıvazlarken ‘Geldik galiba.’ dedi. Esnememe hakim olamadığımdan elimi ağzıma kapayıp konuşmaya çalışarak ‘Geldik geldik…’ diye cevap verdim. Ayakkabılarını giymeye koyulmuştu. Ben de üzerimden kaymış ceketimi yerden alıp silkeledim. Ayağa kalktım. Dışarıdan, ağır ağır boşalan kompartımanların sesi geliyordu.


 Giz
2009

CONVERSATION

0 comments:

Yorum Gönder